ECAAT NEDİR? PEYGAMBERİMİZİN CESARETİ İLE İLGİLİ ÖRNEKLER
Şecâat; yiğitlik, bahadırlık, cesâret ve kahramanlık demektir. İnsandaki öfke kuvvetinin, tehevvür ile korkaklık arasında oluşan bir îtidâl hâlidir. Kişinin savaş, şiddet ve tehlike sırasında cesaret ve yüreklilik göstermesi, bunlardan yılmaması ve ölümü küçümsemesidir.
Şecâatın ifrat hâli tehevvürdür ki bu, insanın birden bire öfkeye kapılarak lüzumsuz yere tehlikelere atılması ve güç yetiremeyeceği düşmanla savaşa tutuşup kendini ölüme atmasıdır. Hakîkî bir mü’minden istenen, câhiliye şâirlerinin o denli övgü ile bahsettikleri hayvânî cesâret değil, Allah’a ve kıyâmet gününe kuvvetle îmândan kaynaklanan bir kahramanlıktır.
Şecâatin azlığı ise korkaklıktır ki bu da, sabır ve sebât gösterememek, savaşmak gereken yerde korkuya kapılarak bozulmak ve kaçmaktır.
Şecâate yakın mânâda bir de “necdet” kelimesi kullanılmaktadır. Necdet, korku ve dehşet dolu, olağan üstü hâller karşısında sabır ve sebat göstermek, korkuya düşüp uygunsuz bir iş yapmamaktır.
ŞECAATİN TEMELİ
Şecâatin temeli, Allahü Teâlâ’nın takdîrine rıza ve teslimiyettir. Bu sebeple kadere inanan ve Allah’a tevekkül eden bir Müslümana, korkaklık ve zillet aslâ yakışmaz. Akif ne güzel söyler:
Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlıktır;
Hakîkî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebânet, meskenet, dünyâda sığmaz rûh-i İslâm’a.
Kitâbullah’ı işhâd eyledim -gördün ya- dâvâma.
Şecâat, haram olan şeylerde ve gösteriş niyetiyle değil, dinin emrettiği ve izin verdiği yerlerde gösterilmelidir. Meselâ, başkalarını ezmek, kaba kuvvet gösterisinde bulunmak, hak edilmeyen bir şeyi güç kullanarak almak gibi zâhiren şecâat eseri gözüken fiiller, aslında haramdır.
PEYGAMBERİMİZİN ŞECAATİ
Şecâat ve necdet hasletlerinin her ikisi de Resûlullah’ta en üst derecede mevcut idi. Abdullâh bin Ömer (r.a.); “Resûlullah Efendimiz’den daha sehâvetli, daha necdetli, daha şecâatli bir kimse görmedim!”demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 373) Nitekim İslâm’ı tebliğe başladığı zaman kendisine gösterilen sert tepkiler karşısında yılmadan, bıkmadan aynı canlılık ve heyecan ile hakîkatleri söylemeye devâm etmesi, hiç kimsenin göze alamayacağı derecede şecaat gerektiren bir tavırdı. Allah Resûlü bu yolda ölümü dahi göze almış, her şeyini o uğurda fedâ ederek yoluna devâm etmişti.
Cenâb-ı Hak Medîne’ye hicret etmesini emrettiğinde bunu duyan Kureyş müşrikleri Efendimiz’in evini kuşatmış, içeriden çıkar çıkmaz canına kıymak için kılıçlarını sıyırmışlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise hiç korku duymadan kapısını açmış, müşriklerin başlarına toprak saçmış ve Yâsîn Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak aralarından çıkıp gitmişti. (İbn-i Sa’d, I, 227-228)
Medîne’ye hicretten bir müddet sonra müşriklerle savaşmaya izin verildiğinde, onun şecâatini dost düşman herkes daha yakından görmüş ve takdir etmiştir. Bu meyanda Hz. Ali (r.a.) der ki; “Biz Bedir’de Allah Resûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (İbn-i Hanbel, I, 86)
Onun şecaat misallerinden bir diğeri de Uhud’da yaşandı. Müşriklerden bir adam deve üzerinde meydana çıktı ve çarpışmak için er istedi. Müşrik, herkesin kendisinden çekindiğini ve geri durduğunu görünce, dileğini üç kere tekrarladı. Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm (r.a.) ona doğru yürüdü. Devenin üzerine sıçrayıp adamın boğazına sarıldı ve boğuşmaya başladılar. Peygamberimiz:
“– Aşağı doğru, yere düşür onu!” buyurdu. Müşrik yere düştü. Zübeyr (r.a.) de üzerine çöküp onu halletti. Bunun akabinde Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Eğer Zübeyr çıkmasaydı, herkes geri durduğu için onun karşısına ben çıkacaktım!” buyurdu. (Halebî, II, 235)