“Hicret” kelimesi, hecere –yehcürü -hecren kökünden türemektedir. El-Hecr ise; lugatte, ulaşmak-kavuşmanın zıddı olarak ayrılık, ayrılmak, iftira ve yüz çevirmek, terk etmek, ilgisini kesmek manalarına gelir. Hicret kelimesi ise, kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisan en veya kalben ayrılıp uzaklaşması demektir. Bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi anlamında kullanılır. İslami manada Hicret; Allah ve Resulü yolunda, nefsin bütün arzularından feragatin ifadesi olmaktadır. Bir müminin fitne ve küfür beldesinden, dini akide ve amellerine izin verilmemesi sebebiyle, dini yönden emin olabileceği bir yere göçmesidir. Nefsin tamah ettiği, bağlandığı, vatan, yurt, aile, mal, dünya nimetleri ve hatıralarından vazgeçerek, Allah’ın rızasını kazanmak için Allah’ın emirlerini tercih etmek demektir. [1] Hicret; terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (darul-harp), İslam ülkesine göç etmeyi, özelde ise, Hz. Peygamber (SAV)’in ve Mekkeli Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesini ifade eder. Medine’ye göç eden Müslümanlara “Muhacir”, Hz. Peygamber ve muhacirlere yardım eden Medineli Müslümanlara da “Ensar” denilir. Peygamber (SAV) Efendimiz, Muhacirler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Muhacir, Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir”.[2] “El-Hecr” kökünden türemiş muhtelif kelimeler Kur’an-i Kerim’de otuz bir yerde geçmektedir. Bunlar kullanılışlarına göre, “Kur’an-i terk etmek”[3]“bir kişiden veya gruptan ayırmak”[4], “kötü şeyleri terk etmek”[5] ve terim anlamına uygun olarak “Allah uğrunda başka bir yere göç etmek” anlamlarına gelmektedir. “Hicret eden kimse” karşılığında da muhacir ve çoğul olarak muhacirin, muhacirat kelimeleri kullanılmakta, bu ayetlerin çoğunda da Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar kastedilmektedir.[6] Hicret konusunu iki ana başlıkta işlemeğe çalışacağız. Bunlar:1- Müslümanların Hicreti 2- Peygamber (sav) Efendimizin Hicreti. 

1- MÜSLÜMANLARIN HİCRETİ


O küfredenler, Peygamberlerine şöyle dediler: “Elbette ve elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız yahut mutlak ve mutlak dinimize döneceksiniz”. Bunun üzerine Rableri kendilerine (o peygamberlerine): “O zalimleri muhakkak helak edeceğiz” diye vahiy etti. Ve onlardan sonra sizi behemehâl, o yurda yerleştireceğiz. İşte bu (mükâfatım), benim makamımdan korkanlara, benim tehdidimden korkanlara hastır”[7]. “Hicret eden kimselerin iman etmiş olması, Allah rızasını talep için, sevdiği şeylerden uzaklaşması, hicret ettikten sonra dahi canları ve malları ile cihat edip, zorluklara göğüs germesi gerekmektedir. Hicret; yurtlarından çıkarılma, işkence, hakaret, ziyana uğramak gibi şartlar tahakkuk ettiği takdirde olmalıdır. Genellikle Hicret, kişinin itikat ve ameline mani olunuyorsa ve bunu gücü ile izale edemiyorsa, vacip olur”[8] “Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. (Eğer bir şehirde bana kulluk etmeniz mümkün değilse, bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir şehre göçün)”[9]. Bu ayet, Mekke’de dinlerini hayata geçirme imkânından yosun bırakılan, işkence, zulüm ve baskılara maruz kalan Müslümanlar hakkında inmiş ve onların dinlerini hayata geçirebilecekleri yere (Medine’ye) hicret edebilecekleri vurgulanmıştır. Ayette herhangi bir yerde dinlerini güzelce yaşama imkânından yoksun bırakılan Müslümanların inançlarının gereğini yerine getirebilecekleri ortamlara hicret edebilecekleri mesajı ve ruhsatı verilmektedir.[10] Kur’an-i Kerim’de, Mekke’den Medine’ye Hicret eden Müslümanlardan bahseden ayet-i kerimeler pek çoktur. Bunlardan birkaç tanesi mealen şöyledir: “Onlar (o müminlerdir ki) haksız yere ve ancak “Rabbimiz Allah’tır” diyorlar diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah bazı insanları(n şerrini diğer) bazısı ile def etmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yıkılıp giderdi. (Dinine) yardım edenlere elbet Allah da yardım eder…”[11]. Hak Teâlâ, müminler hakkındaki bu va’dini yerine getirmiş, Muhacirleri ve Ensarı, Arap müşriklerine, Rum kayserlerine, Acem kısralarına galip getirmiş, İslam orduları, düşmanlarını mağlup ederek onların ülkelerine sahip olmuşlardır[12]. “Nihayet Rableri onlar(ın duaların)a (şöyle) icabet etti: “İçinizden gerek erkek, gerek kadın –ki kiminiz kiminizden (hâsıl) olmadır- (hayırlı) bir iş yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım. İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanların, muhabere edenlerin ve öldürülenlerin de, andolsun suçlarını örteceğim ve andolsun Allah canibinden bir mükâfat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım…”[13]. Rivayete göre Ümmi Seleme validemiz demiş ki: “Ya Resulellah! Kadınlar da hicret ettikleri halde, Hicret hakkında Kur’an’da daima erkekler zikrediliyor, kadınlar zikredilmiyor.” Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu.[14] Peygamber (sav) Efendimizin, Hicret eden Müslümanlar için şöyle dua ettiğini görüyoruz: “ Allah’ım! Ashabımın hicretini kararlı kıl. Onları topukları üzerine tekrar geriye döndürme!.”[15] “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer bulur, genişlik de bulur. Kim evinden, Allah’a ve Onun Peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki onun mükâfatı Allah’a düşmüştür…”.[16] Rivayete göre, Hicret hakkındaki ayetler nazil olunca bunları Mekke’de ikamet eden ve pek ihtiyar ve hasta bulunan Cündüb b. Damre adındaki bir Müslüman duymuş, “Ben zayıf bir kimse değilim, yolumu tayin edip gidebilirim, artık bir gece bile Mekke’de duramam, beni yolcu ediniz” diye yemin eylemiş ve bir binekle Medine tarafına yola çıkmış. Fakat bu zat yolda iken kendisine ölüm alametleri görünmeye başlamış. Bunun üzerine sağ elini sol eline koymuş, “Allah’ım, şu senin, şu da Resulün içindir. Resulün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum” demiş ve buna müteakip Tenim denilen yerde vefat eylemiştir. Hadiseyi Ashap işitince, “Medine’ye kadar gelmiş olsaydı ecir ve mükâfatı daha fazla olurdu” demişler, Müşrikler de gülümsemişlerdi. Bunun üzerine yukarıda ki Nisan 100. ayeti kerimesi nazil oldu.[17] Resul-i Ekrem’e ve onun ashabına Mekke ahalisi zulüm etmişlerdi. Ashabın, bir kısmı evvela Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etmişlerdi. Bir kısmı da yalnız Medine’ye hicret etmiş, bir kısmı da Mekke’den hicret edemeyip müşriklerin ezalarına maruz kalmışlardı. Bilal, Süheyb ve Ammar (ra) gibi zatlar bu cümledendir.[18] Onlar hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Zulme uğratıldıklarından sonra Allah yolunda hicret edenleri biz dünyada elbet güzel bir surette yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise herhalde büyüktür…” (o muhacirler hak yolunda ) sabır ve sebat edenler ve ancak Rablerine güvenip dayanmakta olanlardır”.[19] “İman edip hicret edenler, Allah yolunda bulunanlar, canları ile (mallarıyla) cihatta bulunanlar, (muhacirleri) barındırıp yardım edenler (yok mu?), işte onlar birbirinin (mirasta) velileridir. İman getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velayetiniz yoktur. (bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavmin aleyhine değil…”.[20] Hicretten hemen sonra Peygamber (sav) Efendimiz Ensar ile Muhacirleri bir araya getirerek her Muhacir için Ensardan bir kardeş tayin etmişti. Tam 186 ailenin kardeş ilan edildi bu uygulama sadece şekilde kalmamış, Muhacirlerle Ensar kan bağından öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlanmışlardı. Hatta mirasla ilgili ayetler gelinceye kadar bu kardeşler birbirlerine varis dahi oluyorlardı.[21] Bu ayet-i kerimede beyan buyrulduğu üzere; Muhacirler ile Ensar birbirlerinin velileridirler. Bir kısmının diğerine velayeti vardır. Birbirine varis olurlardı. Hicret etmemiş olup henüz Mekke müşriklerinin yanında bulunan müminler ise hicret edinceye kadar muhacirlerle aralarında velayet hakkı yoktur.[22] Daha sonra gelen ayette ise şöyle buyrulmaktadır: “Henüz iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenler(e gelince); Onlar da sizinledir. Hısımlar Allah’ın kitabında birbirlerine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkıyla bilendir”.[23] Peygamber (sav) Efendimiz de Ensar’a gereken değeri ve önemi vermiş ve bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Eğer hicret şerefi olmasaydı ben muhakkak ensardan bir fert olmak isterdim”.[24] Mekke’nin fethinden evvel kâfirlerin arasında kalmış olan Müslümanların hicret etmeleri icap ediyordu. Bunlar hicret etmedikçe dar-i islam’da bulunan yakınlarına varis olamıyorlardı. Mekke’nin fethinden sonra, Müslümanlar çoğalıp kuvvet buldukları için bu hüküm kaldırılmıştır.[25] Muhacirler ile Ensar arasında din kardeşliği üzerine cereyan eden tevarüs, bu ayetten sonra cari olmayarak, müminler arasındaki miras, akrabaya ait olmuştur. Birinci hicret ile sonraki hicretler arasındaki yegâne fark budur. İkinci hicret, Bedir’den sonra veya bu ayetten sonradır diyenler olmuş ise de, sahih olanı Hudeybiye’den sonradır.[26] “… Akraba da Allah’ın kitabında birbirine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Şu kadar ki dostlarınız için herhangi bir iyilikte bulunmanız müstesna…”.[27] Peygamber (sav) hicret hakkında şöyle buyurmaktadır: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti (niyet ve kast olarak) Allah’a ve Resulüne ise, onun hicreti (hükmen ve şer’an) Allah’a ve Resulüne müntehi olur. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına ma’tuf ise, onun hicreti de gerçekten kastettiği şeye olur”.[28] Bu hadisin vuruduna sebep olarak, şerhlerde şu hadise nakledilmektedir: “ Ashabın Mekke’den Medine’ye hicret ettiği sıralarda, aralarında Ummi Kays isminde bir kadınla evlenebilmek için hicrete katılan bir kişi de vardı. Çünkü bu kadın, kendisiyle evlenmek isteyen adama Medine’ye hicret etmesini şart koşmuş, adam da kadınla evlenebilmek için Medine’ye hicret etmişti. Kendisine bu yüzden “Muhaciru Ummi Kays“ lakabı takılmıştı. Resulullah (sav) Efendimiz, Allah ve Resulü için yapılan hicretle, başka maksat ve niyetler için yapılan hicretin eş değerde olamayacağını bu hadisleriyle beyan buyurmuşlardır.[29] Acaba Hz. Peygamber ve ona inananlar, daha iyi hayat şartlarına sahip olmak ve daha iyi yaşamak için mi hicret etmişlerdir. Yoksa hayatları müşrikler tarafından tehdit edildiği için mi canlarını kurtarmak maksadıyla Mekke’den Medine’ye kaçıp gitmişlerdir. Bazı kimselerde, Hz. Peygamber ve ashabının, vücutlarını işkenceden, canlarını ölümden kurtarmak maksadıyla hicret ettikleri zannı uyanmıştır. Bu iftira derecesine varan yanlış bir zandır. Çünkü Hz. Peygamber ve ashabı, ne daha iyi hayat yaşamak için, ne de nefislerini ölümden kurtarmak için hicret etmişlerdir. Onların hicreti Allah’a dır; Allah içindir; İslam dinini bütün dinlere hakim kılarak Allah ismini yüceltmek içindir.[30] Rivayete göre, Mekke’den Medine’ye hicret eden son sahabi Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’dır. Hz. Abbas, Bedir’den sonra hicret için izin istediyse de, Peygamberimiz: “Yerinde dur. Allah nübüvveti benim hatmettiği gibi hicreti de seninle hatmedecektir.” diye cevap vermişti. Onun, Kureyşin ahbar ve ahvalini Peygamber (sav)’e bildirmek için Mekke’de kaldığı söylenmektedir. Resûlullah’ın Mekke’nin fethi için ashabı ile hareket ettiğinden haberdar olmayan Hz. Abbas, hicret niyetiyle Mekke’yi terk ederek Medine’ye yönelmişti. Ebva köyünde İslam ordusu ile karşılaşmış ve onlarla beraber Mekke’nin fethine katılmıştı.[31] İbn-i Abbas (RA)’dan Resûlullah (SAV)’in Mekke’nin fethi günü irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret yoktur. Bundan sonra Mekke’den yalnız cihad kastıyla ve tahsil-i fezail niyetiyle çıkılabilir. Devlet tarafından cihada davet olunduğunuzda hemen icabet ediniz…”.[32] Hicretin kıyamete kadar devam edeceği hususunda rivayetlerde mevcuttur. Hz.Muaviye (ra), Peygamber (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Tövbe sona ermedikçe hicret de sona ermez. Güneş batıdan doğuncaya kadar da tövbe son bulmaz”.[33]Bu konuda şu rivayete de rastlıyoruz. “Kâfirlerle savaş devam ettikçe hicret sona ermez, devam eder”.[34] Allah yolunda hicret eden mü’minlerin mükâfatlarından bahseden ayetler pek çoktur. Bunlardan, Bakara 218, Enfal 26, 28, 72, 74, 75, Hacc 58, 59, Tevbe 20, Nahl 40, 41, 91, 105, 110… zikredilebilir. İslam âlimleri, İslamiyet güç kazanana kadar Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmesinin farz, daha sonra Medine’den ayrılmanın da haram olduğu görüşüne varmışlardır. Müslümanların Medine’ye hicretlerinin farz oluşu Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. “Fetih’ten sonra hicret yoktur”.[35] Resul-i Ekrem (sav) kendisine iman ve biat etmek için gelen kişilerden biat şartı olarak hicret etmelerini istiyordu. Bu bize hicretin zorunlu olduğunu gösteriyor.[36] Müslüman olduğu halde hicret etmeyenler, Mekke’de inkârcı müşriklerle oturanlar için, Kur’an-i Kerim’de şöyle buyruluyor: “Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: “Ne işte idiniz?”. Onlar: “Biz yeryüzünde (dinin emirlerini tatbikten) aciz (kimse)ler idik” derler. Melekler de: “Allah’ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya” derler. İşte onlar (böyle). Onların barınakları cehennemdir. O ne kötü yerdir.”[37] Bu (nefislerinin zalimleri) nden murat, bir rivayete göre; Bunlar Mekke’de kalıp, bir mani bulunmadığı halde Müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etmeyen Müslümanlardır. Bunlar altı kişi idiler. Bunlar müşriklerle beraber Bedir savaşına katılmış ve Allah Resulüne karşı müşriklerin çok görünmesine sebep oluyorlardı. Hepsi de Bedir savaşında öldürülen müşrikler arasında onlar da öldürüldü. Hicret etmeğe gücü yettiği halde hicret etmeyip müşriklerin arasında kalanlar “melekler kendilerine yazık edenlerin canlarını aldıkları zaman” ayeti nazil olmuştur. Hicret etmedikleri için nefislerine zülüm etmiş ve haramı işlemiş oludular. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurdular: “Kim müşriklerle birleşir ve onlarla birlikte oturursa onlar gibidirler”.[38] Diğer bir rivayete göre bunlar, Müslümanlara karşı iman izhar ettikleri halde kendi kavimleri arasında onlara karşı küfürlerini izhar edip Medine’ye hicret etmeyen münafıklardır.[39] Bunların hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Onlar, kendilerinin küfrettikleri gibi sizin de küfredip onlarla beraber olmanızı arzu ederler. O halde, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dostlar edinmeyin. Eğer (aldırış etmeyip) yüz çevirirlerse onları nerede bulursanız yakalayıp, tutun, onları öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.”[40] Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de uygulanan baskı, zulüm ve işkencelere karşılık yurtlarını terk etme zorunda kalanlara yalnızca ahret sevabı değil, dünya rahatlığı ve güvenliği bahşetmiştir. Muhacirlere bu yüzden sağlam garantiyi, yani yurtlarından ayrılanların yurtsuz kalmayacakları vaadini Yüce Allah şöyle beyan buyurmaktadır: “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi.”[41] Ayrıca: “(Bundan) sonra (şunu bilin ki) senin Rabbin işkencelere uğratıldıklarından sonra (yurtlarından) hicret edenlerin, (bundan) sonra da (durmayıp) savaşların, göğüs gerenlerin lehinedir şüphesiz. Hakikat, senin Rabbin bunların da cidden çok yarlıgayıcıdır, onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklardır.”[42]Onların, güzel bir rızık ile rızıklandırılacağı da şöyle bildirilmektedir: “Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlar (a gelince) Allah onları muhakkak güzel bir rızık ile rızıklandıracaktır. Çünkü rızık verenlerin en hayırlısı muhakkak ki Allah’tır, bizzat kendisidir. O, her halde bunları hoşnut olacakları bir yere sokacaktır…”.[43] Kur’an-ı Kerim’de, savaşta elde edilen ganimetlerin dağıtılacağı kimseler sayılırken: “…(bilhassa o feyiz) hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah’tan bir fazl(-u inayet) ve hoşnutluk ararlar ve Allah’a ve Peygamberine (mallarıyla, canlarıyla) yardım ederlerken yurtlarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır. İşte onlar sadıkların ta kendileridir.”[44] Buyruluyor.